25 Aralık 2012 Salı

Ola Buenos Aires

İguazu'dan beş yıldızlı servis kalitesindeki otobüs ile Buenos Aires otobüs terminaline geldim. Bavulumu teslim aldıktan sonra taxi ile oteline ulaştım. Bir de ne göreyim gay oteline yer ayırtmışım. Burası belki de Güney Amerika'da kaldığım en lüks otel olacak. 307 numaralı odanın anahtarını aldıktan sonra odama gittim. Hemen bir duş aldım ve buranın en popüler semtlerinden biri olan San Telmo'ya doğru yürümeye başladım. San Telmo'daki Serrano meydanına yaklaştıkça tango müziği sesleri de artmaya başladı. Anlaşılan Buenos Aires'te olduğum sürece tango yaşamımdan eksik olmayacaktı. Hatta İstanbul'a döner dönmez iki sene önce bıraktığım tango derslerine başlamak şart oldu diyebilirim. San Telmo meydanına ulaştığımda meydandaki Cafe'de hem öğlen yemeğimi yedim hem de tango ziyafeti çektim.
Buenos Aies’teki ikinci günümde sabahtan öğleye kadar sürecek olan şehir turuna katıldım. İlk durağımız hükümet binası, saat kulesi, protesto alanı ve katedralin olduğu ana merkezdi. Bu üçleme Argantin klasiğiymiş. İnsanlar bir şeyi protesto etmek istediklerini buraya gelirlermiş. Fakland savaşları sırasında haklarının yendiğini düşünen Arjantinliler  beş senedir protestolarını bu meydanda halen devam ediyorlarmış.  Buradaki Hükümet binası ise bayağı meşhur. Çoğunuzun bildiği gibi meşhur Evita Peron’nun, Maradonna’nun konuşma yaptığı, Madonna’nın şarkı söylediği bina. Cumartesi ve Pazar günleri turistlerin gezmesi için bina halka açılıyormuş. Böylece pazar günkü sabah programım belli olmuş oldu.
Meydanda fotoğraf çektirdikten sonra rehberimiz bizi San Telmo’ya götürdü. San Telmo bizim Ortaköy benzeri bir yer. Cafeler, restaurantlar, açık marketler, sokaklarda tango yapanlar ne ararsanız var. Her Pazar bu bölgede antik market kurulduğundan sokağı boylu boyunca trafiğe kapatıyorlarmış. Bu şekilde Pazar günü öğleden sonram da belli olmuş oldu.
 SanTelmo’da sonra La Bocca’ya gittik. La Boca çalışan kesimin yaşadığı bir yer. Binaların dış yüzeyi rengarenk boyanmış. Duvar resimleri ise ayrı bir sanat eseri.  Rehberimiz burası için yarım saatlik serbest zaman verdi. İsteyen kahve içecek, etrafı dolaşacak, para bozdurmak isteyen de para bozduracaktı. Para bozdurma diyorum, buradaki exchange ofiste küçücük bütçenizi kolayca geliştirmeniz mümkün. Çünkü 1000 usd lık bir kambiyo işlemi sonrasında 1200 dolara sahip olabiliyorsunuz. Normalde 1 usd 4,8 arjantin pesosuyken buradaki ofiste bir dolar 6 arjantin pesosu. Eski bankacılık günlerimin hatırına 500 usd bozurarak 100 usd kazanç elde ettim. Böylece pahalı olan otel ücretimin bir kısmını da karşılamış oldum.
La boca’an sonra Palermo ve sonrasında ise Recolatta’ya gittik. Recolatta’da Evita Peron’nun ve meşhurların mezarlarının olduğu bir yer. Aynı yerde açık Pazar, restaurant ve cafeler de mevcut. Genelde turistlere yönelik bir yer. Şimdi gelelim Recolatta mezarlığına, New Orleans’a gittiyseniz oradaki mezarlıkların benzeri burada da var. Mezarlar birer anıt haline getirilmiş. Her bir mezarın değeri 100- 1.000.000 usd arasında değişiyormuş. Burada kendinize mezar alarak iyi bir yatırım yapabilirsiniz.
Recolatta şehir turumuzun sonuydu. Tur rehberi isteyenleri otellerine bırakabileceğini söyledi. Ben ise Recolatta ‘da kalmayı tercih ettim. Tur otobüsü ile gezerken decoratif art müzesinde dikkatime çekilmişti ve oradaki güzel cafede kefiyle kahvemi içmek istiyordum. Hemen yola koyuldum. O güzel kafede kahvemi yudumladıktan sonra taksi ile Soho Palermo’ya gittim. Burası aynen New York’taki sohoya benziyordu. Tur rehberinin söylediğine göre Arjantinliler ne kadar İtalyanlara benzeseler de içten Fransızlar gibi olmak isterlermiş. Bu yüzden de büyük binaları, heykeller, cafeler Fransa’daki binaları andırmakta.  Bana göre soho Palermo’yu tıpkı New York gibi yaptıklarına göre gerçekte ne gibi olmak istediklerine tam karar verememişler.
Palermo soho’da tam meydana bakan yerdeki bir restaurantta öğlen yemeğimi yedikten sonra  yürüyerek Recoletta’ya dönmeye karar verdim. Gün tamamen benimdi ve yürürsem hep spor yapmış olacaktım hem de günümü erkenden bitirmemiş olacaktım.
Bir saat süren yürüyüşten sonra Recoletta’daydım. Sabahki haline göre şimdi daha da kalabalıklaşmıştı.  Uzaktan Tango müziği sesleri geliyordu. Geçmişte Tango’yu Arjantin varoşları yaparmış. Hatta ilk başlarda erkek erkeğe tango yapılırmış. Buenos Aires’te fazlaca gay olmasının sebebi belki de bu olabilir. Sonra bir şekilde hatunlarda tango yapmaya başlamış. Halk tango yapanlara önceleri burun kıvırırmış. Günlerden bir gün ünlü tango şarkıcısı Fransa’ya gidip tango müziğini tanıtınca bizimkilerin Fransa hayranlığı yüzünden tango bir anda popüler oluvermiş. 
Recolatta’dan bir iki saat zaman geçirdikten sonra açık markette satış yapan bayanlarla anlaşarak San Telmo’ya gidecek olan otobüsün numarasını öğrendim. Buenos Aires’te ilk defa otobüse binecektim. Otobüs 2 pesoydu yani yaklaşık bir lira. Allahtan yanımda 2 pesoluk bozuk para vardı. Otobüse bindim ve San Telmo’ya geldim diye düşündüğüm bir yerde indim ama tamamen yanılmıştım. Bunun üzerin bir taksiye bindim. Taksi şöförü hangi yola girse yol kapalıydı. Sonunda rıhtımı gördüm. Buradan otele gidiş yolunu biliyordum. Taksi şöförünü durdurarak inmek istediğimi söyledim. Taksiden indiğimde trafiğin kaynağının maraton koşusu olduğunu anladım. Arjantinli halk bugün maratona çıkmıştı. Bu yüzden bazı sokaklar trafiğe kapatılmıştı. Ve Arjantin halkı ile birlikte bomboş sokaklarda ilerleyerek otelime ulaştım. Otele geldiğimde ayaklarımda derman kalmamıştı. Bir de gece programım vardı. Tango show’a gidecektim. Tango show’un başlamasına daha 2 saatim vardı. Hemen duş aldım ve biraz dinlendim. Equina Carlos Arrdel’in showuna gidecektim. Burası tangonun doğduğu ilk yer olan Abatros bölgesindeydi.  
Şık bir gece olacaktı ama benim koyu renk kot pantalonum ve beyaz bir bluzumdan başka şık kıyafetim yoktu. Ha bir de kuzenim hediye ettiği şal. Artık idare edeceklerdi ne yapalım. Tiyatro binasına geldiğimizde şık elbiseleri ile birlikte güzel bayanlar bizi karşıladı. İlk önce yakışıklı bir bey ile sanki tango yapıyormuş pozunda fotoğraf çektirdik.  Sonra da showu seyretmek üzere yerlerimize aldılar. Benim yerim Brezilya’dan doğum günü kutlaması için Buenos Aires’e gelen Brezilyalı çiftin yanıydı. Çocuk İngilizce biliyordu. Kız ise çat pat. Show başlayana kadar onlarla sohbet ettim. Neşeli bir çifttiler.
Nihayet gösteri başladı. Danslar, şarkılar, elbiseler büyüleyiciydi. Ve böylece güzel bir Arjantin Cumartesi gününü de bitirmiş oldum.
San Telmo’dan Antik Market
Bugün Pazar, sabah hükümet binasını ziyaret ettikten sonra San Telmo meydanına gideceğim. Hükümet binasına gittiğimde binanın içinde rehber eşliğindeki gezmenin bir saat sürdüğünü söylediler. Başladım mı geri dönüşü yoktu. Bu yüzden önceden bir saat gibi bir uzun bir süreye razı olup olmadığımızı soruyorlardır. 
Binanın içindeki turumuza yirmi dakika sonra başladık. Binanın alt, giriş ve meşhur balkonun olduğu bir üst katını gezdik. Bu arada tangoshow’daki Brezilya’lı çiftte bu tura katılmıştı. Dünya gerçekten küçüktü. Gezinin en keyifli tarafı Evita Peron’nun konuşmasını yaptığı o meşhur balkondan meydanı seyretmekti. Tur rehberi bu balkonda istersek şarkı söyleyip istediğimiz konuşmayı yapabiliceğimizi söyledi. Düşünün Madonna, Maradona’da burada konuşma yapmıştı.
Hükümet binasını gezdikten sonra San Telmo meydanına gittim. Antik market sebebiyle San Telmo’ya giden yol tamamen trafiğe kapatılmıştı. Yol boyunca sağlı sollu Ortaköy’deki tezgâhlar kurulmuştu. Ve birçok şey gerçekten çok ucuzdu. Ben sadece bakmakla yetindim diyemeyeceğim. Çünkü buranın anısı olarak Arjantin’e geldiğinizde insanların çoğunun elinde göreceğiniz Matte’nın kapı ile metalden yapılmış pipetinden satın aldım. Matte kapı kabaktan yapılıyordu.  Kabın içine önce matte çayını koyuyorlar sonra da tam olarak kaynamamış 85 o C sıcaklıktaki suyu üzerine boşaltıyorlardı. Aynı kaptan herkes içiyordu.  Siz teşekkür ederim diyene kadar matte kapı grup içinde dolaştırılıyordu. Siz teşekkür ederim dedikten sonra sizi atlıyorlardı.
Antik marketin yer yer iç kısımlarında müzik çalanlar tabii tango yapanlarda vardı. Akşamüstü geldiğim ilk günden gözüme kestirdiğim resturantta yemeğimi yemedim. Yemekler çok lezzetliydi. Ahçı özel olarak gelip yemeğinizin seçimine yardım oluyordu.
Artık otele dönme vakti gelmişti. Bugün kapanışı otelin havuzunda yapmayı düşünüyordum.  Ve de öyle de yaptım. Yalnız bu seçimi yapan sadece ben değildim. Diğer otel sakinleri de aynı şekilde düşünmüşlerdi. Bahçedeki açık havuzda yer bulamadığımız için otelin üst katındaki terasta güneşlendim ve kapalı havuzuna girdim.  Bugün keyifli bir Buenos Aires günü olmuştu.
Ertesi gün sabah La Boca’ya tekrar gittim. Burayı çok beğenmiştim. Girişteki kafe’de oturup insanların geliş gidişini, tango yapanları seyrettim. O gün belki Tibet’teki otobüs arkadaşım Javi Buenos Aires’e gelecekti. O da bir senedir dünya turu yapıyordu ve artık yolculuğunun son etabına gelmişti. Akşamüstü onunla buluşacaktık. La Boca’da  tüm sabahımı geçirdikten sonra öğlende sonra Buenos Aires sokaklarından dolaştım. Akşamüstü otele uğrayarak Javi’den haber olup olmadığını kontrol ettim. Evet Javi 17-17.30 gibi Buenos Aire’te olacaktı. St Martin Kathedralinden buluşmaya karar verdik. Dünyanın birçok yerini arkadaşı ile birlikte dolaşmıştı.  Akşamüstü saat 17.30 gibi kathedralin önünde buluştuk. Birlikte San Telmo’ya bir cafe’ye gidip anılarımızı paylaştık. Onlar 10 gün daha buralarda kalıp buradan Madrid oradan da Barcelano’Ya gideceklerdi. Artık seyahat günleri sona eriyor, iş günleri başlıyordu. Birlikte 2 saat sohbet ettikten sonra Buones Aires dışındaki bir arkadaşlarının evinde kalacaklarından ayrıldık. Bir sene önce Javi ile bir şekilde buralarda buluşmayı niyetlemiştik ve o da oldu.
San Suzana Çiftliği ve Kovboylarla Tanışıyorum
Buenos Aires’teki son günümde, şehirden 90 km uzaktaki San Suzanna çiftliğine gittim. Burası eski i gauchoların ( kovboyların) yaşamlarını sürdükleri bir çiflikti. Çiftliğe geldiğimizde bizi eski gauche’ların giydikleri kıyafetlerle karşıladılar.
Arjantin’in meşhur yemeği espanada ile birlikte içecek ikram ettiler. Önce çiftlikteki müzeyi gezdik.  Müze dedikleri şey eski kovboy evi idi. İçinde bir sürü küçük oda ve kocaman mutfak vardı.  Bir de kendilerine ait küçücük kiliseleri vardı. Müzeyi gezdikten sonra ata binmeye gittim. Kısa bir gezintiden sonra eski kovboyların kullandığı at arabası ile çiftliği gezdik. Öğlen 13.00 gibi yemek çanı çaldı. Ve salata ve bir sürü et çeşidinin ikram edildiği zengin bir sofrada öğlen yemeğimizi yedik. Yemekten sonra gösteriler başladı. Kovboy âlemine pek uygun olmasa da önce Tango dans gösterisi yapıldı. Sonra eski kovboy şarkıları eşliğinde kovboy dansları yapıldı. Sonra bizleri piste davet ettiler. Artık yemek sonra ermişti. Şimdi kovboylar at üstündeki marifetlerini göstereceklerdi.
Önce toplu olarak atları koşturdular.  Sanki geçmişteki gibi yabani atları süren kovboyları seyreder gibiydim. Sonra 4 kovboy gösterilere başladılar. Dört nala giderken tepedeki direğe asılı duran yüzüğü ellerindeki demir çubukla alma yarışması yapıldı. Yüzüğü alan kovboy adet gereği beğendiği bayanlardan birine yüzük hediye edip yanağından ya da dudağında öpecekti.  Eskiden kovboy ( gaucho) sevdiği kıza sevgisini göstermek için böyle bir gösteriye katılır yüzüğü almayı başardıktan sevdiği kıza yüzüğü hediye edermiş. Sevdiği kızın evli olduğu ortaya çıktığında ise gaucho kızı öpemeyeceğinden bu sefer kızın kocası gidip ata bir öpücük kondururmuş.  Gösteri bittikten sonra Gaucha’lar yine adet gereği beğendiği kızı atın sırtına alıp gezdirirmiş.
Bu arada ben de hem yüzüğü kapanlardan hem de Gacuha’nın arkasına binen şanslı kesimdendim. Böylece kovboy maceremda bitmiş oldu. Akşamüstü bizi buraya getiren minibüse bindik ve Buenos Aires’e geri döndük.
Buenos Aires’deki son günümde bu şekilde keyifli geçmişti. Bueanos Aires’ten ayrılırken aklımda kalanlar Uruguay’a geçememek oldu. Çünkü Buenos Aires’ten Uruguay’a günü birliğine götüren feribotta sabah saatlerinde yer kalmamıştı. Yapacak bir şey yoktu.  Bu sefer bu kadarıyla yetinecektim. Her şeyi bir seferinde bitirmek olmuyor.
Yarından sonra dünyanın sonunda Ushuaia’dayım.

Önemli: Arjantin sık sık rastlanan hırsızlık senaryosunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim başıma geldi. Ben ucuz kurtuldum ama oraya gittiğinizde belki başınıza gelir.  Caddede yürürken yanınızdan düzgün giyimli bir kadın geçer, gayri ihtiyari birbirinize bakarsınız, sizi geçer ve siz yürümeye devam edersiniz. Birden başınızda bir ıslaklık hissedersiniz. Ne bu diye baktığınızda, elinize saçınızdan yapışkan bir madde bulaşır. Yukarı bakınırsınız. Tam o sırada sizi geçe hatun yanınıza yaklaşır ve yukarıdaki binalardan bir dairenin çiçeğini sularken saçınıza geldiğini söyler. Sonra sırt çantanız var ise yanı yapışkan şeyin sırt çantanıza da bulaştığı haberini verir. Bu arada bir adam daha yanaşır. Ve elindeki su dolu şişe ile mendil uzatarak size yardım etmek istediğini gösterir. İşte o zaman arkanıza geçmense izin verirseniz çantanız ile gereken neyse yapılacaktır. Benim durumumda daha yeni otelden çıkmıştım ve onlara yardım etmek istedikleri için teşekkür edip otele dönmüştüm. Uzaktan benim durumumu gören adamlar hısızlığı maruz kaldığımı söylediler.
Biraz Arjantin Hakkında; İspanyollar bu kıtaya gelmeden önce tüm Patagonya’ da nomadic avcılardan The Yamanalar yaşarlarmış. Kuzeyde Guaraniler, Kuzeybatıda ise Diaguitalar varmış. 1536 yılında İspanyollar Gümüş arama heyecanıyla bu topraklara gelmişler. Daha çok ta Paraguay tarafından kabul edilmişler ve böylece meşhur Gaucho geleneği doğmuş. Gauchalar ( kovboylar) yerlilerle İspanyolların birleşmesi sonucunda ortaya çıkmış. 1776’da İspanyollar Buenaa Aires’e yerleşerek buradaki denizin onlara sağlayacağı ticaretten faydalanmak istemişler. Ve İspanyollar gelişerek 1816 yılında kendi bağımsız bir devlet haline gelmişler. Sonra Arjantin’de iç savaşlar olmuş. 1852 ylında ilk başkanlarını seçmişler. 1946’da ise Juan Peron başkan seçilmiş ve  buşekilde çalışan kesimin hakları geliştirilmiş. İş güvenliği, çalışma şartları gibi reformlar yapılmış. Sonra Eva Peron başa geçmiş. 1952 yılında Evita’nın ölümünden sonra 1955 yılında polisler başa geçmiş ve kaos başlamış. 1973 yılında Peron ülkeyi polislerden tgeri alarak tekrar başa geçmiş. 1974’de Peron’un ölümünden sonra kaos başlamış. 1976 yılında askeri kurallar uygulanmaya başlamış. Argantin için karanlık günlerin başlangıcı olmuş. Bu dönemde 30 bin kişi ölmüş. Sonunda gerçek askeri uygulamalara geçilerek karanlık günlerin de sonu gelmiş.


Kelebeklere Rahatça Dokunabileceğiniz Bir Yer; İguazu


27 Kasım sabahı erkenden Iguazu’daydım. İlk yapmam gereken beni önce otobüs termaline sonra da kalacağım otele götürecek bir taksi bulmaktı. Bu yolculuğa çıkmadan önce bir sürü arkadaşım İspanyolca öğrenmem gerektiği konusunda beni uyarmışlardı. Onlar pek dinlemedim. Şimdi de zorluk yaşıyorum. Neyse bir şekilde yolunu bulacağım inşallah. Büyük şehirlerde anlaşmak kolay küçük şehirlerde anlaşmak daha zorlaşıyor. İşte o zaman da resim çizerek anlaşmaya çalışıyorum. Neyse çat patta olsa İngilizce bilen birisini buldum ve Iguazu’dan Buenos Aires’e gidiş otobüs biletimi almak için otobüs terminaline uğramaya ikna ettim. Iguazu’dan Buenos Aires otobüs ile 17 saat sürüyormuş. Otobüslerdeki konfor uçağı geçiyormuş. En önemlisi oturduğunuz koltuk 180 derece yani tam dümdüz yatabiliyormuş.  Durum böyle olunca hep uçak hem de otel parasından kurtulabiliyorsunuz. Neyse tarzanca da olsa anlaşarak otobüs biletimi alabildim. Beni otelime bırakacak olan taksi şoförü istersem bugün ve yarın hem Arjantin hem de Brezilya tarafındaki Iguazu şelalerine beni götürebileceğini söyledi. 500 peso ile kapıyı açtık sonunda 400 pesoya yani yaklaşık 90 usd anlaşmamızı kapadık. Tabii bu ücrete parka giriş ücreti dahil değildi. Burada sadece iki günüm olması sebebiyle çok fazla araştırmaya gerek yoktu. Ayağıma gelen kısmeti çevirmedim ve taksi şoförünün teklifini kabul ettim. Hem çat pat olsa İngilizce de biliyordu. Ve ismi de Gabriel’di.
Otele bavulumu bırakır bırakmaz önce Iguazu’nun Arjantin tarafına gittik. Bu taraf Birezilya tarafına göre daha büyükmüş. Minimum 6 saatimi burada geçireceğim. Gabriel, parka geldiğimizde önce biletimi almama yardım etti. Sonrasında ise harita üzerinden hangi rotayı izlemem gerektiğini anlatı.  Akşamüstü saat 5-6 gibi de beni parkın girişinden alacaktı.

Rio’dan sonra buradaki hava bayağı farklıydı.  Güneşin altında yürümek insanı zorluyordu.  Parkın içinde uğramam gereken 3 farklı istasyon vardı. İlk istasyon merkez istasyonuydu. Buradan ikinci istasyon ile şelalenin alt iç kısmına giden motorların kalktığı adaya gidiş yolu vardı. Ben Gabriel’in söylediği yolu izleyerek üçüncü istasyona death throat denilen yere  gidecektim. İstasyonlar arasında trene binebilir ya da yürüyebilirdiniz. Her istasyonda bir cafe vardı. Üçüncü istasyona gitmek için tam yarım saat bekledim. Sıcakta beklemek biraz yorucuydu. Tren ormanlık alanının içinden gidiyordu. Ve etrafta bir sürü kelebek vardı. Sarı renkte olanların bir günlük ömrü varmış ve onlardan bir sürü vardı. Sonunda üçüncü istasyona geldik. Bundan sonra death throata gitmek için 1 kmlik bir yürüyüş yapmam gerekiyordu. Şelalenin kaynağına ulaşabilmek için demirden köprüler yapmışlardı. Doğanın görüntüsü muhteşemdi. Gökyüzü de masmavi ve bembeyaz bulutları ile nehri ve ormanları çok güzel bir şekilde tamamlıyordu. Bir an doğadan daha iyi bir artist olamaz diye düşündüm. Uzun bir yürüyüşten sonra şelalenin gürül gürül sesi duyulmaya başladı. Ve sonunda dünyanın ikinci büyük şelalesi (birinci Niyagara) karşımdaydı. Buraya bir tabela yerleştirmişlerdi. Tabela üzerinde “ruhunuzun bu güzelliği izlemesine izin verin” şeklinde yazıyordu. Ben de fotoğraf çekmeyi bir kenara bırakıp ruhumun bu manzarayı izlemesine izin verdim. Şelaleye baktıkça onu daha da hissedebiliyordunuz. Burada bir de tükenmeyen bir gökkuşağı vardı. Sürekli orada duruyordu. Kuşlar, kelebekler şelaleye güzel bir fon oluşturuyorlardı. Her şey çok güzeldi.  Yarım saat kadar şelaleyi seyredip fotoğraf çektikten sonra tekrar ikinci istasyona gitmek üzere yola çıktım. Daha uğramam gereken 2 farklı nokta daha vardı.
Dönüş yolunda hava daha da sıcaklaşmıştı. Bir ara gölgelik bir bölümde durdum. Burası kelebeklerin dinlendiği gölge bir yerdi. Genelde insanlar burada dinleniyordu. Dinlenirken İsrail’den buraya gelmiş olan yahudi dostlarımla sohbet ettim.
Ve kelebek ile arkadaş olmanın yolunu öğrendim. Tabii tutmak yerine iki parmağı ile sıkıştırıp defterinin arasına anı olarak saklamak isteyen bazı insanlar yok değildi. Derin bir nefes alarak içimden “Tepki verme, karşılık ver” olumlamasını söylerek müdahale etmemeyi başardım. Bayağı serinlemiştim artık üçüncü istasyona gitmenin vakti gelmişti. İstasyona geldiğimde treni görünce önce çok sevindim ama maalesef tren doluydu bir sonraki treni beklemem gerekiyordu. Bir sonraki trenin gelmesi ve gitmesini düşünürsek 30-40 dakika daha beklemem gerekiyordu. Üçüncü ile ikinci istasyonun arasının 2 km olduğunu öğrenince yürümeye karar verdim. Hava biraz sıcaktı ama mümkün olduğu kadar gölgeden yürüyerek ikinci istasyona vardım. İkinci istasyondan başta da yazdığım gibi şelalenin alt iç bölümüne gidiş yolu vardı. Burada isteyen botla şelalenin içine girebiliyordu. Hava çok sıcaktı ve şelalenin girişinin nemden ne hale geleceğini düşünerek sadece seyretmekle yetindim. Buradaki manzara çok güzeldi. Ve isteyen şelalenin yakınındaki adaya çıkabiliyordu. Buradan şelaleye daha da yakın olabiliyordunuz.
Son olarak tüm şelalenin panaromik görüntüsünü görebildiğiniz bölüme gittim. Saat 17.00 olduğunda artık benim de pilim bitmişti. Gabriel’i aramak için telefonumu çıkardığımda bir de ne göreyim telefon burada çekmiyor. Yapacak bir şey yoktu. Şansımı deneyecektim. Dışarıdaki taksi şoförlerine Gabriel’i tanıyıp tanımadıklarını sordu. Neyse ki herkes onu tanıyordu. Gabriel’i aradılar ve 20 dakika sonra Gabriel yanımdaydı. Bayağı yorulmuştum. Otelime geldiğimde havuz bölümünde biraz dinlendikten sonra duşumu alıp dinlenmeye çekildim. Hiçbir şey yapacak halim yoktu.
Ertesi sabah 8.30 da Gabriel tekrar beni otelden aldı ve Brezilya tarafındaki şelaleyi görmeye gittim. Brezilya tarafına geçmek için gümrükten geçmek gerekiyordu. Sağ olsun Gabriel benim için tüm bu gümrük işlerini tamamladı ve rahatça Brezilya tarafına geçiverdik.
Şelalenin Brezilya tarafına geldiğimizde Gabriel her zamanki gibi bilet işlemlerinde bana yardımcı oldu ve buradaki rotamı gösterdi Bu sefer parkın dışında beni bekleyecekti. Burada maximum 3 saatim vardı. Sonra Arjantin tarafına gidip 15.00 da Buenos Aires’e gidecek olan otobüsü yakalamalıydım.
Brezilya tarafından parkın derinliklerine gitmek için tren yerine otobüs kullanıyordunuz.  Brezilya tarafından Arjantin tarafından farklı olarak şelalenin tamamını panoromik görebiliyordunuz. Tek kelimeyle büyüleyici bir manzaraydı. Birbirinden güzel fotoğraflar çektim.
Parkın çıkışına geldiğimde Gabriel’ i beni bekler buldum. Tekrar Brezilya gümrüğünden Arjantin tarafına geçtik. Gabriel ile olan dostluğumuz da burada sona ermiş oldu.  Ona çok teşekkür ettim ve Buenos Aires’e gitmek üzere kıyafet değiştirip mailerimi kontrol ettikten sonra doğruca otobüs terminaline gittim.   

Otobüs terminalindeki kafede öğlen yemeğimi yedikten sonra otobüsün kalktığı yere gittim. Bindiğim otobüs söyledikleri gibi beşinci sınıftı. Televizyon, yatar koltuk, yumuşak yastık ve battaniye her şey çok güzeldi. Yarın tango şehri Buenos Aires’teyim

Ola olaa Buenos Aires.


Londra'dan Rio De Janerio'ya

Beklenen an gelmişti. Önce Londra’ ya sonra da Güney Amerika kıtasındaki ilk durağım Rio de Janerio’ya ayak basacaktım. Atatürk Havalimanına geldiğimde bavulumu Rio de Janerio’ya kadar check in yapabileceğimi öğrendim. Bu sevindirici bir haberdi. Böylece Londra’ya ayak basar basmaz Londra’nın merkezine inebilecektim.
Uçak saat 20.00 gibi Londra’ya indi ve bende gümrük kontrolünden geçtikten sonra metro ile şehir merkezine indim. Önce Picadilly, Regent ve Oxford street sonra Coven Garden’a uğradım. Londra’yı tekrar görmek çok güzeldi. Caddeler Christmas nedeniyle ışıl ışıldı. Yaklaşık üç saat kadar şehir merkezinde takıldıktan sonra otele geri döndüm.
Ertesi gün otelde kahvaltımı yaptıktan Heathrow havalimanına gittim. Uçağa bindiğimde beni küçük bir sürpriz bekliyordu. Alman bir bey arkamdaki koltukta oturan eşinin uzun bacaklarını göstererek yolculuk süresince koltuğumu geriye çekemeyeceğim haberini verdi. Hoppala, 11 saatlik uçuş süresince sürekli dik mi oturacaktım.  Kendimi “Tepki Verme Karşılık Ver” şeklinde düşünmeye zorladım. Sonra sakin bir şekilde uzun bir yolculuk olacağını bu yüzden biraz da olsa koltuğumu geriye yatırmak zorunda kalabileceğimi söyledim. Uçak kalktıktan sonra arkamdaki sevgili bayan sürekli dizleri ile beni itmeye başladı. “ Ben buradayım, bacaklarım da uzun, beni hadi fark et, yoksa dayanamam” davranışını çok iyi biliyordum. Çünkü bu işin kitabını yazmıştım.
Uçak havalandı ve bir müddet sonra önümde oturan bayan koltuğunu geriye doğru yatırdı. Koltuğun arkasındaki Tv ekranı ile aramda çok az bir mesafe kalmıştı. Bunun üzerine koltuğumu çok az geriye çektim. Bunun üzerine arkamdaki bayan tüm gücüyle koltuğumu itmeye başladı. Sonunda hostese başvurmak zorunda kaldık. Oturamadığını, başka bir yer var ise onu oraya almalarını söyledi. Maalesef uçak doluydu ve yer değişikliği yapılamıyordu. Uçağın hostesi yanıma gelerek arka koltuktan kadının yanında eşinin oturduğu yere oturup oturmayacağımı sordu. 11 saat boyunca sevgili bayanın yanında oturma fikri cazip gelmediğinden koltuğumu tamamen değil de çok az geriye yatırabileceğimi söyledim. Hostes önerimi onlara ilettiğinde bu talebi kabul ettiklerini söylediler. Hımm güzeldi çalışmalarım meyvesini vermişti. İki saat sonra bu sefer sırtımda iki tane bacak ile irkildim.  Uyarmama rağmen ısrarla beni ittirmeye devam ediyordu. Sonunda hafifçe geriye doğru koltuğumu çektim. Bu sefer daha da fazla ittirmeye başladı. Sonunda dayanamayarak hostes çağrı düğmesine bastım. Hostese anlaşma yaptığımız halde arkaya doğru koltuğumu getirdiğimi söyleyerek beni şikâyet etti. Sonra anladım ki beni iteklediğinin farkında bile değildi ona göre yaptığı çok normaldi. Kendi koltuğunu tamamen arkaya doğru yatırmış, ayaklarını koltuğumun arkasına yerleştirerek rahat bir konumda uyumak istiyordu. Ne de olsa 11 saatlik uzun bir yolculuktu. Hostesle uzun bir konuşmadan sonra nihayet hatun beni iteklemekten vazgeçti. Zaten yolculuğun bitmesine sadece 4 saat kalmıştı.  4 saat daha dayanmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu.  
Ve sonunda Rio havalimanına indik. Gümrükten geçip, bavulumu aldıktan sonra Rio’da kalacağım otele gitmek için taksi bakındım. Taksi ücreti için önce 120 Brezilian doları istediler. “Emin misiniz “şeklinde bir bakış atınca bu sefer ileriye gitmemi tavsiye ettiler. Biraz ileride ücret 60 BR oluverdi. Lonely Planet’e göre bu mesafe için 45 BR dı. 120 den 60’a inmişlerdi. İçimden 60 iyidir hadi boş ver diyerek önüme gelen ilk taksiye atlayıverdim.
Rio’da kalacağım hostelde check in yaptırır yaptırmaz dosdoğru bana ayrılan yatağa yattım. 11 saat uyumadan Rio’ya gelmek beni bayağı yormuştu. Her şeye rağmen artık Rio’daydım. Rio de Janerio’da 3 tam gün kalacağım. Ve burada kalacağım 3 gün süresince havanın yağmurlu olacağını öğrendim. “Tepki Verme, Karşılık ver” olumlamasına daha devam etmem gerekiyordu.
Rio de Janerio’ya 50.000 yıl önce insanlar gelmişler ve ilk gelenler Portekiz asıllıymış. 1800’lü yıllarda ise Afrikalı işçileri Brezilya’ya getirmişler. O zamanlar nüfusun %40’ını zenciler oluşturuyormuş. Şimdilerde ise nüfusun %55’i beyaz %6’ sı siyah, %38 i ise karışık, %1 ise diğer grubuna giriyormuş. 560 milyon yıl önce Amerika, Avusturalya, Africa tek bir parça iken yeryüzü hareketleri sebebiyle Afrika, Amerika ve Avustralya bu ana karadan ayrılmışlar. Ve böylece bugünün Güney Amerika’sı ortaya çık 60 milyon yıl önce Rio de Janerio’nun Urca isimli bölgesinde suların alçalmasıyla Rio de Janerio’nun en güzel yerlerinden biri olan “Sugar Loaf” oluşmuş. Sugar loaf’ın diğer bir ismi de Pao de Açucar. Sugar Loaf 396 m yüksekliğinde bir kaya. İlk olarak şu an adını hatırlamadığım bir fotoğrafçı 100 kilo ağırlığındaki fotoğraf makinesini da yanına alarak Sugar Loaf’un tepesine çıkmış ve o muhteşem görüntüyü fotoğraflamış. Yıllar sonra 1912 yılında ise bu güzel görüntüyü herkesin de görebilmesi için buraya bir teleferik inşa edilmiş. Hatta Roger Moore ‘un James Bond olduğu filmlerden biri burada çekilmiş. Sugar loaf aynı zamanda kaya tırmanışı yapanların da gözde yerlerinden biriymiş. Ancak kayanın içi granit ve quarztan yapılmış olması sebebiyle buradaki tırmanış lar özel aletler gerektiriyormuş.
Rio de Janerio’daki ilk günümde, Falavel diye adlandırılan geto mahallesine görmeye gittim. Burada düzenli bir yapılaşma yok. Bildiğiniz gecekondu mahallesini aklınıza getirin. İşte öyle bir yerdi burası.  Evler dağın eteklerinde inşa edilmiş. Ev yapabilmek adına bir sürü ağaç katledildiğinden şiddetli yağmurlar olduğunda yer kayması ya da çökme tehlikesi yaşanabiliyormuş. Bu bölgede yaşayanların çoğu kaçak elektrik kullanmayı tercih ediyormuş. Rehberin söylediğine göre burada yaşanlar ne kadar fakir gibi görünseler de kimsenin yapmak istemediği işleri yaparak zenginleşen birçok kişi varmış. En çokta yeniden dönüşüm projeleri enteresan. Plastik su şişelerini toplayarak dönüşüm sürecine tabii tutuyorlarmış. Ve bunları kot üreticilerine satıyorlarmış.  Kısaca giydiğiniz kot pantolonlarının içinde plastik şişelerin artıkları yer alıyor bilginiz olsun!
Aslında Falavel, bir yıl öncesine kadar burası uyuşturucu lordlarının yaşadığı yerlerden biriymiş. Polis başta olmak üzere kolay kolay kimse buraya giremezmiş. 27 yaşındaki uyuşturucu lordu bir sene önce yakalanmış ve böylece Brezilya’daki uyuşturucu çetesi çökertilmiş. Artık çocuklar uyuşturucu satmak yerine resim yaparak ya da diğer işlerde çalışarak geçimlerini sağlıyorlarmış. Falavel gezimizi tamamladıktan sonra rehber tura katılanları tekrar oteline teslim etti. Bende günümün öğleden sonraki bölümünde sanatçıların yaşadığı Santa Teresa bölgesine gittim. Santa Teresa’da eski evlerin, minik dükkânların bir bölge. Biraz gezindikten sonra güzel bir cafe’de oturup kahvemi içip bir şeyler atıştırdım. Cafe çıkışında da küçük dükkânları gezdim. Çok güzel şeyler satıyorlardı. Yolculuğumun başında olduğum için alışveriş yapamazdım.
Bu arada saat farkı zorluyordu. Akşam saat 20.00 gibi uyumaya çalıştım. Çalıştım diyorum kaldığım hostelin çoğunluğu genç olduğundan pop müzik, shaker (içki yapma aleti)  sesleri uyumamı engelleyecek diye düşünüyordum ki sızmışım.  Ertesi sabah erkenden kalkıverdim. Duşumu aldıktan sonra kahvaltımı yaptım. Buradaki hostelin kahvesi muhteşemdi.
Bugünkü programım meşhur İsa heykelini görmek vardı. Resepsiyondaki çocuktan Cosmo Velho’ya hangi otobüsün gittiğini öğrendikten sonra yola koyuldum. Rio de Janerio’da otobüs ağı çok genişti. Çok beklemenize gerek kalmadan sizi gideceğiniz yere götürüyor, hem de çok ucuz. Aslında taksilerde çok pahalı değil. Ama Rio için beni o kadar çok korkuttular ki otobüslere binmeyi tercih ettim. Otobüsün içinde hala bilet kesen insanlar vardı. Geldiğimden beri gördüklerimden dolayı Brezilya’nın bizim 10 yıl önceki halimiz olduğunu söyleyebilirim. Cosmo Velho’ya geldiğimde bilet almak için gişeye yaklaştığımda gişedeki kız sis sebebiyle İsa heykelini göremeyeceğimiz haberini verdi. Rio de Janerio’ya gel ve o meşhur İsa heykelini görme. Olacak şey değildi!! Ne yapabileceğime karar vermeye çalışırken yarı değerli taş satan Maria isimli bir bayan yanıma geldi. Ve hangi ülkeden olduğumu sordu. Türkiye deyince, çok hoşuna gitti. Çünkü yarı değerli taş işinde tanıdığı birçok türk varmış. İstersem yarı değerli taşların yapıldığı yere beni götürebileceğini söyledi. Ben ise onun da bildiği gibi Türkiye’de yarı değerli taşların satıldığını söyleyerek teklifini nazikçe ret ettim. Sonra kolumdan çekerek heykelin aşağıdan görüldüğü yere götürdü. Tam tepeye bakıyordum ki birden sis açıldı ve İsa heykeli görünür hale geldi. Allaha şükür gitmeden onu görebilmiştim. Bu mucizevî işareti dikkate alarak hemen biletimi aldım.  Önce trenle yukarıya çıktık. Tren durduktan sonra ikinci etap olan asansöre biniyorsunuz ve asansörden inip köşeyi döndüğünüzde görkemli İsa heykeli tam karşınızda. Ancak bu sefer İsa sanki showa çıkmış gibi etrafında yoğun bir sis vardı. Sisin olmadığı bir havada eminim İsa daha muhteşem görünürdü.
Hayallerimdeki İsa heykelini gördükten sonra Botanik bahçesine doğru yol aldım. Sri Lanka’da gördüğüm botanik bahçesine göre buradaki daha ufaktı.  Ancak verilen hizmet daha güzeldi. Botanik bahçesi içinde yürümek yerine 12 kişilik golf arabasıyla sizi gezdiriyorlardı. Gezi sırasında orkidelerle ilgili enteresan bir şey öğrendim. Eski bir efsaneye göre cadılar sevgiyi, aşkı ortaya çıkartmak için taze orkideleri, şehveti ortaya çıkartmak için ise kuru orkideleri kullanırlarmış. Okide’nin böyle bir mahareti olduğunu biliyor muydunuz?
Orkideler ayrıca yiyecek sektöründe vanilya ve salep yapımında kullanılıyormuş. Salep hem afrodizyak hem de diarreye iyi geliyormuş. Golf arabasıyla tüm Botanik bahçesini gezdikten sonra botanik bahçesinin cafesinde oturup kahvemi içtim. Botanik bahçesindeki gezimden sonra bugünkü son durağım olan Sugar loaf’a gittim. Sugar Loaf çok etkileyiciydi. Genelde akşam güneş batarken gelinen bir yermiş ama malum yağmur ve sis dolayısıyla güneşin batışından önce gittim. Sugar Loaf’dan sonra tekrar otele döndüm. Akşam yemeğimi ise Santa teresa’daki bir  restaurantta yedim. Dönüş yolunda ise Escadaria Salerian’dan uğradıktan sonra otele gittim. Escadaria Salerian 60 ülkeden alınmış 2000 adet seramikten yapılmış bir merdiven. Türkiye’den gelmiş bir seramik dahi var.

Rio’daki son günümde planım İpenama ile Copacabana plajını görmekti. Ancak dışarıda yağmur yağıyordu. Yağmura rağmen İpenama ve Copacabana plajını görmeye gittim. Kumsallar bomboştu. Birkaç sörfçü, veloybolcu ve koşanlar dışında kimse yoktu. Önce İpanema sonra 4,5 km lik Copacabana’da yürüdüm. Daha bir sürü zamanım vardı. Iguazu’ya gidecek uçağım sabaha karşı saat 2.50 de kalkacaktı. Bu sebeple Centro denilen finans sektörünün bulunduğu bölgeye gittim. Burası müzelerin, kiliselerin ve iş dünyasının olduğu yerdi. Burayı da dolaştıktan sonra burada en fazla gittiğim Santa Teresa’ya gidip öğlen yemeğimi yedim. Ve dönüp Rio günlerimi yazmaya başladım. Akşam geç vakit Iguazu Şelalerine gidecek olan uçağa bineceğim. İnşallah hava daha güzel olur.

Şimdilik Hoşçakalın