5 Ocak 2013 Cumartesi

Salta’dan Bolivya’ya Geçiş

El Calafate maceramdan sonra 12 Aralık sabahı 9.50 uçağı ile önce Buenos Aires’e geldim. Buenos Aires havaalanında iki saat bekledikten sonra ise Salta’ya uçtum. Güney Amerika kıtasından yukarılara doğru çıkış yolculuğum da böylece başlamış oldu. O gün akşam üstü saat 18.00 gibi Salta’daydım. Salta, ufak bir yerdi. Bizdeki Anadolu şehirlerine benziyordu. Buradan Bolivya’ya geçiş yapabilmem için Bolivya sınırına en yakın şehir olan La Quita’ya gitmem gerekiyordu. Havaalanından taksiye atlayarak La Quita’ya gidecek otobüse bilet alabilmek için otobüs terminaline gittim. El Quita’ya gidecek otobüsün saat 24.30 da hareket edeceğini öğrendim. Otobüsün kalkmasına 5.30 saatim vardı.  Otobüs biletini aldıktan sonra bavulumu otobüs terminalindeki saklama ofisine bırakıp şehrin içinde iki saate yakın dolaştım. Şehir çok küçük ve kalabalıktı. Daha fazla dolanmak istemedim ve kendimi otobüs terminalindeki cafeye zor attım. Otobüste semi cama koltuğunda yolculuk edecektim. Semi cama koltuklar 120 derece yatabiliyordu. Camalar ise 180 derece eğilebiliyordu.
Ertesi gün saat 7.00’da La Quiaca ’daydım. Benimle birlikte oraya gelen birkaç turiste Bolivya sınırına nasıl gidebileceğimi sordum. Ancak hiç birisinin bu konuda bilgisi yoktu. Bunun üzerine terminalde gözüme kestirdiğim Peru’lu kadınlardan birine İngilizce olarak Bolivya sınırının nerede olduğunu sordum. Tabii ki kadıncağız anlamadı. Bunun üzerine kâğıda Arjantin ve Bolivya yazıp araya düz bir çizgi çektim. Ve Bolivya’yı göstererek nasıl gidebileceğimi sordum. Bu sefer hatun ne demek istediğimi anlamıştı. İlerideki taksileri göstererek onlara binmemi işaret etti. Taksiye 8 peso ödememin yeterli olacağını da ekledi.  Aldığım bu bilgiyi oradaki turistler ile paylaştıktan sonra taksilerin kalktığı bölüme doğru yürüdüm. Fransız bir çift yanlarında peso kalmadığını benim bindiğim taksiye binip binemeyeceklerini sordular. Alt tarafı 8 pesoydu ve tabii ki olabilirdi. Hem bana arkadaş olurlardı. Hep birlikte taksi ile sınıra geldik. Ancak sınır girişinde sıra vardı. Bir çok kişi Bolivya’ya geçmek için bekliyordu. Sınır kapısının açılmasını beklerken benim gibi sınırı geçmek için gelen Avustralya’lı, Chile’li ve Arjanli turistlerle sohbet ettim. Hepsinin farklı hikâyesi vardı. Sadece Avusturyalı çiftin sesi çıkmıyordu. Fransız çift Paris’in kuzeyinde oturduklarını söyledi. Yol onları nereye götürür ise Güney Amerika içinde oraya gitmeyi planlıyorlardı. Arjantinli ise Bolivya’yı gezecekti. Avukattı. Chile’li olan en sakin olandı. İngilizce öğretmenliği bölümü bitirir bitirmez diplomasını annesine hediye etmiş ve hemen arkasından seyahate çıkmıştı. Güney Amerika ve Chile’yi gezmeyi planlıyordu. Amacı gitar çalarak para kazanmak, kazandığı para ile de gezisini finansa etmekti. Saat 8.30’da sınır kapısı açıldı. Kuyruk çok uzun değildi ama bazen bir kişi gibi görünenin elinden yirmi kişilik liste çıkabiliyordu. Saat 9.30 gibi Bolivya’ya giriş vizemi aldım. Sınır kapısındaki memurlar Türkiye’den ta buralara kadar gelmiş olmama hem şaşırıyorlar hem de seviniyorlardı. Türklere karşı sevgi duydukları her hallerinden belliydi. Sebebi neydi çok anlamadım.
Pasaportumu damgalattırdıktan sonra Villazon/Bolivya’ya yürüyerek geçtim. Rengarenk giyinmiş kabarık etekli komik şapkalı Bolivyalı hatunları seyrede seyrede beni Tupiza’ya götürecek otobüse binmek üzere otobüs terminaline doğru yürüdüm. Yolda yürürken yanımdaki dolarla Bolivya parası satın aldım. Terminale yaklaştığımda” Tupiza, Tupiza” diye bağıran kadınlar dikkatimi çekti. Bunlar 7 kişilik küçük minibüslere yolcu arayışındaydılar. Otobüs yerine bu küçük minibüslere binmek iyi fikir olabilirdi. Bunun üzerine minibüslerden birini gözüme kestirdikten sonra gidip içine oturdum. Minibüsün kalkış saati belli değildi. Ne zaman dolar ise o zaman kalacak gibiydi. Villazon’dan Tupiza’ya gidiş ücreti bayağı ucuzdu (25 Bolivyan= 4 dolar) Yaklaşık bir buçuk saat sonra Tupiza’daydım. Tupiza’da La Torre otelde kalacaktım. La Torre buranın en iyi otellerinden biriydi. Ve bir gecesi 12 dolardı. Aynı otelin 4 günlük meşhur Bolivya turu Salar de Uyuni turunu da önceden ayarlamıştım. 4x4 Jeeplerle Tupiza’dan Uyuni’ye gidecektim. Heyecanla bu turu bekliyordum.
Otele geldiğimde bavulumu odama bıraktıktan resepsiyona uğrayıp ertesi günkü tur hakkında detaylı bilgi topladım. Ayrıca bugün öğlenden sonra neler yapabileceğimi sordum. Birkaç alternatif vardı. Ve ben vahşi batı topraklarında kırmızı renkli kanyonların arasından geçerek yapılan üç saatlik at gezisini seçtim. At gezisi için daha iki saatim vardı. Biraz şehrin içinde dolaştıktan sonra buradaki otellerde wifi söz konusu olmadığından internet cafelerden birine girip maillerimi kontrol etmek istedim. Ama sağ olsun Facebook, Hotmail, yazılarımı attığım milliyet blog şifreyi doğru girdiğim halde giriş yapmama izin vermiyordu. Bolivya’yı riskli buluyorlardı. Burası dünyanın ücra bir köşesiydi ve benim Bolivya’ya gitmem söz konusu olamazdı. Sadece g-mailimi kontrol edip otele dönmek zorunda kaldım. Bir saat sonra otel görevlisi beni at gezisini yapacağım yere götürdü. Benim bineceğim atın alnının ortasında beyaz bir kalp vardı. Atın diğer tarafları ise kahverengiydi. Pantalonum paçalarına kovboy misali deriden kılıf geçirdikten sonra atıma atladım ve tren yolunda ilerlemeye başladık. Tren yolundan sonra ana yoldan ayrılıp orman bölümüne geçtik.
 Orman yolunda bir süre dörtnala gittikten sonra kırmızı renkli kanyonlar, kaktüsler görünmeye başladı. Kendimi red kit filmindeymişim gibi hissettim Her şey güzeldi sadece bir sorun vardı, o da başımın şiddetle ağrımaya başlamış olmasıydı. Hoppala bu da nereden çıktı derken, Tupiza’nın denizden yüksekliğinin 2950 metre olduğu aklıma geldi. Yükseklik beni vurmaya başlamış olabilirdi. Biraz korkmuştum. En son böyle bir durum Tibet’teyken 4500 metrede olmuştu. Şimdi ise 3000 metrelerdeydim.
At gezisini tamamladıkan sonra LaTorre oteline kadar yürüdüm. Burası eski bir İspanyol eviydi. Otele gelir gelmez lavaboya gitme ihtiyacı ve arkasından kusma nöbetinden sonra yüksekliğin beni etkilediğinden artık çok emindim. Sonra otelin sahibinin doktor olduğunu öğrendim. Doktor amca önce tansiyonumu ölçtü, tansiyonda sorun yoktu. Sadece başımın ağrısı beni öldürüyordu. Bunun üzerine doktor amca bana bir ilaç yazdı. Eczaneden ilacı satın aldıktan sonra hemen bir tane içtim ve o akşam doğruca odama gidip uyudum. Ertesi güne bu durumun geçmesi için dua ettim. Çünkü şu an 2900 metrelerde olabilirdi. Ama sonrasında daha yukarılara çıkacaktım. O akşam güzel bir uyku çektikten sonra sabah erkenden kahvaltıya indim. Kahvaltının gelmesi beklerken Arjantin sınırında karşılaştığım Chile’li çocuğun da bu otelde kaldığını öğrendim. O, iki Avusturalyalı kız birlikte sabah kahvaltımızı yaptık. İlaç iyi gelmiş olmalıydı ki kafam fena değildi.
Kahvaltıdan sonra saat 8.00’da benimle birlikte aynı turu alan biri Californialı, diğeri Hollandalı kız ve Fransız çocuk ile tanıştım. Dördümüz birlikte seyahat edecektik. Onlar birbirlerini önceden tanıyorlardı. Bizden başka şoför yani Freddy ve bir de aşçımız vardı. Jeepin üstüne bavullarımızı ve yolculuk sırasında gerekli olacak tüp, kazma, kürek, su gibi malzemeleri yerleştirdiler. Kazma kürek biraz korkutmuş olsa da içimden “acele etme bekle, gör” diyerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım.  
İlk günkü hedef noktamız Quetena Chico’ya ulaşmaktı. Quetana Chico giderken 4200 metreye kadar çıkacaktık. Neyse ki yanımda haplarım vardı.
Uçsuz bucaksız kaktüslerin olduğu mürdüm eriği rengindeki taşları ve kırmızı kanyonları geçerek yavaş yavaş yukarıya doğru ilerledik. Yolda güzel bir manzara gördüğümüzde Freddy arabayı durdurarak bizim fotoğraf çekmemize izin veriyordu. Önce 1800 yıllarından kalma terk edilmiş bir İspanyol köyüne uğradık.
Buraya ulaştığımızda yükseklik gittikçe daha fazla etkilemeye başladım. Yolda şirin Lamaları seyrederek ilerlemek kendimi kontrol etme saplantımı dağıtsa da kafam gittikçe daha da ağırlaşmaya başlamıştı.
 Cerillos, pollos, Rio San Pablo, San Antonia Lipez ( 4200 m) ye geçtik. Buraları el değmemiş uçsuz bucaksız yerlerdi. Normal arabalarla buradan geçmek zordu. Yolun bazı alanlarda tamamen doğaldı ve ancak jeep geçebilirdi. Sonunda akşam Sol de Marianna hostelinde konaklamak için durduk. Burası yıldızı olmayan bir yerdi ama benim ve zaten buna dikkat edecek halim yoktu. Burada dördümüz aynı odada kalacaktık. Şartlar bayağı kötüydü. Bir kere duş alma imkanımız yoktu, hava çok soğuktu ama ısıtıcı yoktu, telefon vs. şarj etme imkanımız yoktu. Başımın ağrısı ve midemdeki hareketler beni o kadar çok zorluyordu ki benim hiçbir şeye dikkat edecek halim yoktu. Üzerimdeki elbiselerle bana ayrılan yatağa yatıverdim. Ama midemdeki hareketten dolayı tuvaleti ziyaret etmem gerekiyordu. Allahtan tuvaletin İspanyolcasını öğrenmiştim. “Banyo” diyerek yürümeye başladım. Hemen bana banyoyu gösterdiler, banyoya girer girmez kusmaya başladım. O gece boyunca başımın ağrısı hiç geçmedi. Midemde bir şeyler olsa tekrar kusabilirdim ama midem boşalmıştı.  Yükseklik hapını içmek için ertesi sabahın gelmesini dört gözle bekliyordum. Sabah erkenden kalkıp ve ilacımı içtim. Bir şeyler yemeğe çalıştım ama midem kabul etmiyordu. Aşçımız coco ve matte yapraklarından oluşan bir şişe dolusu suyu bana teslim etti. Bunların yükseklik sıkıntıma iyi geleceğini söyledi. Yol boyunca bunu içmemi istedi. O an zehir vereceğiz deseler onu bile kabul etmeye razıydım.  
İkinci günkü hedefimiz ise Huayla Jora’ya ulaşmaktı. Sırayla Hedionda Kollpa, Solar de Chalviri, Desierto de Dali ( Salvador dalinin ismi verilmişti) Paso del Condor, Laguna verde, Aqua Termales, Geiserso’dan geçecektik. Bugün işler biraz zorlaşıyordu. Çünkü 5000 metrelere çıkacaktık. “Allahım bana yardım et “şeklinde durmadan dua ediyordum. Ve o güçlü halimi sürekli çağırıyordum ama gelmiyordu. Her şeye rağmen geçtiğimiz yerler muhteşemdi.
Dağın tepesinde volkanik kraterden geçtik. Kraterin normal zamanda rengi yemyeşilmiş, önceki akşam yağmur yağdığı için krater gölünün rengi kum rengine dönmüştü Bu kadar yükseklikte böyle bir kraterin olması çok büyüleyiciydi.
Sonra Dali çölünden geçtik. Burada her şey durmuş gibiydi. Çölün arkasında siyah, kırmızı, bej ve beyaz tonlarında çok güzel dağlar vardı. Bazı dağların üzerinde halen kar vardı. Ve muhteşem görünüyorlardı. Bir kez daha doğanın ne kadar mükemmel bir ressam olduğunu kabul ettim. Biz sadece doğadan esinlenip sanatçı olmaya çalışıyorduk.
Bir sonraki durağımız olan Laguna Verde’ye uğradık. Flemingoları ile birlikte muhteşem bir göldü burası. Burası magnezyum ve bakır açısından çok zenginmiş. Burası da başka bir doğa harikasıydı. Laguna Verde’den sonra uğradığımız göllerin hepsi birbirinden güzeldi ve üzerlerinde pembiş flemingoları misafir ediyorlardı. Sonunda o günkü yolculuğumuzun en neşeli bölümüne geldik. Termal havuz!
Termal havuz tamamen doğanın içinde açıkta yer alıyordu. Suyunun sıcaklığı 38-39 derece civarındaydı. Dışarısı ise buz gibiydi. Midem ve başım kötü olsa da bu deneyimi yaşamak istiyordum. Belki de aşımın ağrısına iyi gelebilirdi. Büyük bir çaba harcayarak bikinimi giydim ve termal suya kendimi bıraktım. Başımı dahi termal havuza soktum. Başım ıslakken dışarıdaki soğuk hava kafamı rahatlatıyordu. “Hımm işliyor galiba” diye düşündüm.
Bu arada tam tepemizde mucize bir şey dikkatimizi çekti. Güneşin etrafında sıralanmış bir gökkuşağı. Hiç böylesini görmemiştim. Evet, bu tam bir mucizeydi
Termal havuzdan çıktıktan sonra her şey eskiye dönmüştü. O günde hiçbir şey yemeden yolculuğumuza devam ettim. Huaylla Jora’ya vardığımız dosdoğru o gece kalacağımız odaya yürüdüm. Birlikte olduğum grup ise kımızı gölü görmeye gitti. Yanımda onların olması benim için büyük şanstı, rahatsızlığım boyunca bana hep yardım ettiler. Ertesi gün İvon’un yanında getirdiği ilacı denemeye karar verdim. İvon tıp üğrencisiydi. Büyük bir ihtimalle yanında getirdiği ilaç sert bir şeydi ama olsun bu duruma daha fazla dayanamayacaktım. O güzelliklere şöyle bir bakmak beni üzüyordu.  Ve sabah uyanır uyanmaz İvon’dan ilacını içtim.
Üçüncü günkü hedefimiz San Juan’a tuz gölünün yakınına gitmekti. İlk durak halen aktif olan Ollage yanardağıydı. Benim dışarıya çıkacak halim yoktu. İvonlar dışarıya çıkıp orada neler olduğunu bana anlattılar. Dediklerine göre aşağıda fokurdayan bir şey vardı. Artık yavaş yavaş aşağılara inmeye başladık. Ve İvon’dan aldığım ilacın etkisi kendisini göstermeye başlamıştı. Ve gerçekten de 2 saat sonra kendime gelmeye başladım. Evet, her şey güzel olacaktı.
Bir sonraki durağımız volkanik oluşumlardan oluşan kayalardı. Artık dışarıya çıkmaya başlamıştım. Ve bu yüzden çok sevinçliydim. Yine içerisinde pembiş flemingoların olduğu göllerden geçtik. Ve akşamüstü son gecemizde kalacağımız Colchani’ye ulaştık. Colchani’de kalacağımız hostelin her tarafı tuzdan yapılmıştı. Yerler, duvarlar her yer tuzdu. Burası şimdiye kadar kaldığımız yerlerin arasında bu otel en güzeliydi. Bu gece ilk defa duş alabilecektik. Ancak bu otelde sadece bir adet banyo vardı. Ve banyo yapmak için bilet almanız gerekiyordu. Banyo sırasında yedinciydim.  Sıra bana geldiğinde keyifle duşumu aldım. 3 günden sonra ilk defa duş almak güzeldi. Akşamüstü tuzdan tabure ve masaların olduğu yerde çayımızı içtik. Midem ve başım muhteşemdi, keyfim yerine gelmişti. Bu akşam ilk defa akşam yemeğinde gruba katılacaktım.
Akşam yemeğimiz çorba ve lazanyaydı. Akşam yemeğimizin sonunda şoförümüz Freddy ve aşçımız bizimle sohbet etmek için masamıza oturdu. Freddy 24, aşçımız ise 34 yaşındaydı. Son gece anısına bize şarap ikram ettiler. Yemekten sonra diğer gruptan Avusturalyalı bir bey ile birlikte zar oyunu oynadık. Gerçekten de keyfim yerine gelmişti. İvon’a ve ilacına bol bol teşekkür ettim.
Ertesi gün Salar de Uyuni’de güneşin doğuşunu görmek için 4.30 da yola çıkmamız gerekiyordu. Saat 10.30 gibi yatmaya gittim. Zaten son iki gecedir pek iyi uyuyamamıştım. O gece güzel bir uyku çektikten sonra saat 4.15 de gitmek için hazırdım. Bavullarımızı jeepin üstünü yerleştikten sonra yola çıktık. Yalnız Freddy o akşam bizden sonra içmeye devam etmiş olmalıydı ki ağzı buram buram içki kokuyordu. “Neys”e dedik ve Salar de uyunu’ye doğru yola çıktık.
Salar De Uyuni, Bolivya’nın meşhur tuz gölüydü. Büyüklüğü 10.582 kilometreydi Dünyanın %50-70 lityum reservi buradaydı. Chile sınırına ve Atacama çölüne kadar uzanıyordu.  Ayrıca içeriğinde sodyum bikarbonat, borax, magnezyumda yer alıyormuş. Rehistoric birkaç gölün dönüşümü sonrasında oluşmuştu. Gölün yüzeyindeki tuzun kalınlığı 150 metreydi. Bu yüzden üzerinden arabalar geçebiliyordu. Uçcuz bucaksız bir gölün üzerinde jeep ile gitmek enteresan bir deneyimdi. Yavaş yavaş hava ağırmaya başlamıştı.
Bir saate yakın gölün üzerinde gittikten sonra gölün tam ortasında Iguazu adasında durduk. Bu adanın ismi belki kaktüs adası olmalıydı. Her boyutta bir sürü kaktüs, lamaların ve müzenin bulunduğu bir adaydı burası.
Önce adanın tam tepesine çıktık ve güneşin doğuşunu tuz gölünde bıraktığı izleri izledik. Sonra aşağıya inip tuzdan yapılmış masa ve taburemizin üzerinde oturarak kahvaltımızı ettik.
Hepimizin aklı Salar de Uyuni’de çekilen o meşhur fotoğraflardan birine sahip olmaktaydı.
Kahvaltımızı bitirdikten sonra jeepimize atlayıp o meşhur fotoğrafların çekildiği yere gittik. Resimler çok güzeldi ama onları çekmek için emek harcamak gerekiyordu. Üstümüz başımız tuz içinde kalmıştı. Birbirinden güzel bir çok fotoğraf çektik. Çok heyecanlıydı.
Artık Salar de Uyuni’ye veda etme vakti gelmişti. Kıyıya geri döndük. Küçük bir köyde öğlen yemeğimizi yiyip alışveriş yaptıktan sonra Uyuni şehrine doğru yola çıktık.
Rüya gibi bir dört gün sona ermişti. Birbirimizin E-maillerimizi aldıktan sonra İvon, Rosa ve Lexi’ye veda ettikten sonra beni La Paza götürecek iyi bir otobüs acentası bulmak için onlardan ayrıldım. Ivon, tekrardan Tupiza’ya geri dönecekti. Rosa ise Lexi ile birlikte önce Potosi’ye gidecek gönüllü olarak hayvanlarla çalışacağı bölgeye gidecekti. Lexi ise Bolivya’daki yolculuğuna biraz daha devam edecekti.
Akşam saat 19.00’da beni La Paz’a götürecek 180 derece yatan rahat koltukları olan otobüse kendimi attım. Ancak o gece başıma geleceklerden habersizdim. Bindiğim otobüs lüks olsa da  Uyuni yolları aynı performansa sahip değildi. İkinci katta oturduğum halde durmadan zıplamaktan uyumak mümkün değildi. Gecenin bir yarısında otobüs aniden duruverdi. “Herhalde kural gereği şoförün uyuması gerekiyor” diye düşünmüştüm. Sabah saat 6.00’da uyandığımda otobüs hale olduğu yerde duruyordu. İşte o zaman bu işte bir gariplik olduğunu anladım. Benimle birlikte seyahat eden Fransızlara neler olduğunu sordum. Yolumuzun üzerindeki köye 4 gündür su verilmemesini protesto etmek amacıyla köylülerin yolu kapattıklarını öğrendim. Sadece biz değil diğer tüm otobüs ve özel araçlar da beklemedeydi. Yan koyluğumda oturan Güney Afrikalı İngiliz iki çocuk durumun Bolivya için son derece normal olduğunu söylediler. Yakında anlaşma olur ve yol açılır gözüyle bakıyorlardı. Saat 11.00 olmuştu ve hala olduğumuz yerde duruyorduk. Saat 12.00 olduğundan benim birkaç sıra önümde oturan Bolivyalı ailenin hareketlendiğini fark ettim. Ve İspanyolca bilen Fransız dostuma neler olduğunu sordum. O da Bolivya’lı ailenin bir saat uzaklıktaki köye gidip oradan otobüs ile La Paz’a gitmeye karar verdikleri bilgisini verdi. Ailedeki annenin çok kararlı bir hali vardı. “Evet, bu aileyi takip edebilirim” diye düşündüm. Yanlarına gittiğimde ailenin iki kızının da İngilizce konuştuğunu fark ettim. Ve onlarla birlikte gelip gelemeyeceğimi sordum. Hemen kabul ettiler. Ancak bir sorun vardı. Bavulum otobüsün kilitli bölümündeydi ve otobüs şoförü ortalarda yoktu. Aileye beni beklememelerini söyledim. Yapacak bir şey yoktu. Bavulumu almadan gidemezdim. Aile yürümeye başladı. Birden aklıma şoför mahallini kontrol etmek geldi. Şoför mahalline ulaştığımda anahtarı otobüste bıraktığını fark ettim ve hemen kilitli bölümü açıp bavulumu teslim aldım. Sonra da Bolivyalı aileye yetişmek için bavulumla birlikte hızla yürüdüm. Otobüsteki güney Afrikalı ve Fransız turistlere de benimle birlikte gelmelerini söyledim ama onlar yolun açılacağına inanmayı tercih ediyorlardı.  Onlarla vedalaştıktan sonra Bolivyalı aileye ulaşmak için hızla yürümeye başladım.
Aileyle birlikte 45 dakikada yürüdük ancak otobüsün olması gerektiği yerde otobüs yoktu. Yürümeye devam etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Bira yürüdükten sonra önümüze üstü açık bir kamyon çıktı. Bizim gibi yolda kalmış 10 -15 kadar Bolivyalı Oruro’ya gitmek üzere bu kamyona binmişlerdi. Bolivyalı aile benim bu kamyona binip binmeyeceğimden emin değildi. “Ben çok iyi fikir hemen binelim” dediğimde ise çok şaşırdılar. Şartlar nasılsa ona uymak gerekiyordu.

Bir saat üstü açık kamyonda 20 kişinin arasında sıkış tepiş Oruro’ya vardık. Otobüs terminaline geldiğimizde aile La Paz giden bir otobüse bindirdiler. O gün saat 17.00 La Paz’a geldim. Hemen beni Puno’ya götürecek bir otobüs bulmam gerekiyordu. Ancak Puno’ya gidecek olan otobüslerin hepsi kalkmıştı ve o akşamı La Paz’da geçirmekten başka çarem yoktu. Bir sonraki ilk otobüs ertesi sabah saat 8.00 daydı. Otobüs biletini aldığım şirket bana bir de otel ayarladı. Otele varır varmaz hemen duş aldım, bayağı yorulmuştum. Karnım açtı ama benim dışarıya çıkacak halim yoktu. Bunun üzerine odaya pizza şiparişi verdim. Keyifle pizzamı yedikten sonra güzel bir uyku çektim. Artık ertesi gün Puno’ya gitmeye hazırdım.
Yarından sonra artık başka bir hayalim olan Peru’dayım

Sevgiler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder